Sunday, December 16, 2007

EPİTAPHOS
Denizin üstünde balkıyan yıldızların öte dünyanın eşiği olduğunu sanırdık biz eski gemiciler
Bahar aylarının bir daha gelip gelemeyeceğini güz aylarında kaygılı biçimde mırıldanırdık
Güneşin güneye ağmasında bir cinli kirlilik gelirdi yeryüzüne öylece isteksizleşirdik
Baharsa uzakta erik ağaçlarının yaprakları arasından kabarmış toprağa inerdi merceklenerek
Uzakta olan epey şey anımsanırdı güzün soğuk bahçelerinde gün kısalırdı ay parıltısız geçerdi
Ölümün bahçelerinde kara selviler kokularını bırakırlardı arapsaçı otlarının arasında
Ezan sesi mahmur ve mutsuz bir yatsı olarak durup dinlenirdi ayaküstü çocukluk anısı
Sonra bir sancı gelirdi yaşantının olağan tükenişinden bir sızı yolun bir dönemecini bildirirdi
Tutunacak çok sayıdaki sözü anımsamıyacak denli yorgun düşerdik aklımızla çelişerek
Ekilmiş yaşantı tohumlarından geriye duru akıl var sanırdık biraz dil biraz bakış idi yaşam
Gömülü olanı ne varsa bilinmesi gerekeni tam bitirmişken beden izin vermiyordu yürümemize
Sonbahar ya da güz denen günlerde yeryüzüne bir yılgınlık geliyordu daha önce korkmadığımız
Yine de anımsanacaksa eğer öte dünyada çok şeyden sorumluyduk biriktirmiştik ne varsa
Güneşin yalımlarının uzak olduğunu düşünmek yılgınlıksa daha biraz ama az vakit vardı
Bir daha aynı mermere bakamıyacak olmayı duyumsamış gibiydik yağmur ve bulutlar bastırınca
Karanlık elini uzatınca uzun gecede tükenince ömür bitince yol beden izin vermeyince

Monday, December 3, 2007

İZMİR BÜYÜCÜLERİ NE PİŞİRİRLERDİ

Kitabın baş döndürücü adı böyle olunca ister istemez büyü aramaya koyuluyor insan satırlarda. Ancak büyü filan yok. Mara Meimaridi atalarından kalma anıları, genlerine işlemiş ipuçlarını derleyip bir telefon fihristinden yararlanırcasına İzmir hakkında bir yazı üretmiş. Buna roman demek pek uygun düşmeyecekse de sayfaların arasında kendini unutanlar, bir gün öncesinde okuduklarını kolaylıkla anımsamayacak olanlar için her yeni gün okunan parçada yeni bir ayrıntı beliriyor. Bizi ilgilendirense, Halikarnas Balıkçısı’nın dediği gibi bir çuval keçiboynuzu odununu çiğneyip bir damla tat almak. Kitapta yemek içmekle ilgili satır aralarına bakarsak iki noktada, bugüne getirilebilecek iki tanım var..

İzmir 16. yüzyıldan başlayarak yalnızca kuruyemiş organize eden bir kent değildi. Bir yandan da boya veren bitkiler, türlü kimyasal otlar, çeşitli hammaddeler açısından da çekim merkeziydi. Bunların kırlardan derlenip İzmir limanına ulaşması deveciler aracılığıyla, onlara yüklenmiş güven üzerinden yapılırdı. Kemeraltı hanları da depolamak için beklerdi. Üzüm ve incir içinse Ağustos ve Kasım arasında alarm çanları çalar, koca kentte herkes devecilerin getireceği yüklere yaşamını bağlardı. Sonradan ulaşım düzenine demiryolu eklenerek iş daha da örgütlü biçim kazandı. Otların yerini alacak kimyasallar ortaya çıkınca da bunalım çıktı. Bu arada köylerde, uzak vadilerde tutunmuş Türkmenler, otlar meyveler sayesinde kendilerine ev, hamam, sarnıç, kentlerde yontulmuş mermerden mezar taşları, İngiliz saatleri, gaz lambaları edindiler. Sürecin durgunluğa uğradığı evre yaklaşık 1880’lerde başlıyor. Yine de Cumhuriyet döneminde, 1950’ler eşiğini aşamayacak örgütlenme olan palamutçuluğun bir süre yaşadığını aktarmak gerekir.

Araya şunu eklersek; Aphrodisias kalıntılarını keşfeden ilk araştırmacı William Sherard bir süre İzmir’de yaşamıştı. 27 bin adetlik bitki koleksiyonu yapan Sherard’ın Gaziemir’de geniş bir arazisi ve evi vardı. 18. yüzyılın sonunda İzmir’de bulunan bilgin limana ulaşan bitkilerle de ilgilenmişti. Bu yüzden bir sürü bitkinin bilimsel tanımında Smyrna adı geçer.

Meimaridi de kitabına eski genlerinden bir sözcük anımsaması ile başlıyor:Çunuka! Nedir çunuka, kendisi de bulabilmiş değil. Ama tipik bir İzmir sözcüğü. Yazar onca İzmir anısı kitap okumuş olmalı ki belleği kendiliğinden böyle bir sözcüğü uydurmuş bile olabilir. Meimaridi otlara dünyasına dalarak İzmir büyücülüğünün kapılarından girmeye çalışıyor. Bu yolda bulduğu Türk Attarti adında birisi; ne anlama geliyorsa! İzmir kenti Trasson sokağı yani Frenk caddesi, sonunda Hisar camii, yukarılarda Türk mahalleleri, kıyıda ise romanda Kay diye yazılmış olan Quais yani rıhtımdan oluşmaktadır. Attarti ana da yukarılarda bir yerlerde yaşamakta olan bilge kişilik olarak büyü dünyasının kıyısına tutunmuştur. Attarti ile bir başka Türk Memeta’nın adı anılır.

Kitabın kahramanı olarak öne çıkmış kimse olmasa da anlatım isimlerin anılması kaygısına dayalı olduğundan kimi yerde Eftalya, Vayça, Karaman ailesi, Şerbetoğlu ailesi ve üyeleri anılmaktadır. Vayça ise damatları için etki yaratacak otların peşine düşer.

Otların birincisi Arime. “Yaprakları küçük olan bu bitki, şahinlerin eşeledikleri toprağın olduğu herhangi bir yerde rahat yetişirdi… Arime denen bu bitkiyi bulmak isteyen biri dağlara tırmanmak zorundadır…” İkinci bitki: “:: Maisses diye, köstebeklerin çiğneyip yuvalarına tükürdükleri bir tür kök olan uğursuz bir bitki vardır. Bunu bulan, üç kere kendine tükürüp kötülüğün ona bulaşmamasını sağlayacak sözleri söylemelidir…” Maisses’i yiyenlere kırmızı gösterip bu ne desen yeşil dermiş. Maisses iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterirmiş. Maisses’in ölümcül karışımları da varmış ve panzehiri Arime otuymuş. Bu söylenti eksenindeki İzmir hayatının renkli hayalleri, özlemleri, iyi bir koca bulma kadar iyi bir damat bulabilme düşleri arasında nasıl geçtiğini kitabın yorgunluk veren satırlarında bulabilirsiniz.

Biz şimdi cımbızladığımız yemek içmek ayrıntılarına bakalım. Vayça’nın büyü peşinde gezen hallerini bırakıp Vasilya’nın lahana yemeğine eğilelim. “..Vasilya lahanayı ikiye böler, açtığı boşluğa baharatları, kavurmayı, taze otları ve pirinci ayrıca koyardı. Tekrar üstünü kapatıp tencereye doldurur ve kaynatırdı. Vasilya’nın yemeklerinin lezzetli olmasının sebebi kısık ateşte pişmeleriydi. Tencerenin altında topu topu tek bir odun yanardı, bu yüzden de lahananın pişmesi saatler alırdı. İkinci sırrı ise kapağını kapattıktan sonra tencereyi bir daha açmamasıydı. Kaynatmak için hangi yemeğin ne kadar suya ihtiyacı olduğunu, göz kararı ile belirler ve o kadar koyardı. Bu tecrübesi sayesinde, yemek pişerken evden çıkıp gözü arkada kalmaksızın, iki üç saat mahallede olup biteni takip edebilirdi..”

Meimaridi’nin bizim de belleğimize gönderdiği bumerang, romanın yayınlandığı 2004 kışında geriye geldi bizim belleğimizden açığa çıktı. İzmir’de yaz kış lahana bulabilirsiniz. Kimsenin önemsemediği bu sebze her zaman vardır. İkiye bölmesi çok kolay, biraz içini boşaltmak gerekir. Baharat olarak da komşularımızın sesini hep yadırgadığı gibi tunç bir havanda tane karabiber dövmek gerekir. Taze dövülmüş karabiber veya çekilmişi olağanüstü bir vurgu yapar damakta. Köfte yaparken de bu havan zahmetine katlanmak gerekir. Kavurmaya gelince, etin kuşbaşı yapılıp zeytinyağında kızgın kızgın kavrulması benim bildiğim müthiş bir ritüeldir. Kızgın yağ etin tadını içine hapseder. Kokusu ne denli güzelse kıvam o kadar iyi demektir. Gelelim Meimaridi’nin otlarına. Lahana dolması içine ne otu konabilir? Maydanos mu, fesleğen mi yoksa kekik mi? Burada romanın verdiği ile yetinip kendi yaratıcılığımıza sığınmalıyız gibi geliyor. Pirinç için çuvala avucunuzu bastığınızda ne kadar tane elinizi yapışıyorsa o kadar iyi pirinçle karşı karşıyasınız demektir. Mangal bulmak, ya da bir fırın ayarlamak lahananın demlenmesi için yeterli olabilir. 2004 kışındaki deney başarılı sonuç vermiştir.

Meimaridi nasıl bulduysa İzmir yaşantısından ilginç kesitler de gönderiyor. Pipiça’nın tavernası tavuklu börekle İzmir’de ün salmış bir yermiş, Kramer dondurmacısı Kordon’da imiş. Dondurmalar damla sakızlı ve tarçınlı olurmuş. Evlerin üst katlarına pastırma, salam, sucuk, tütsülenmiş et konurmuş. Türkler’in evinde tabakların sayısı az olurmuş. Türkler balık, dana eti, pirinç, caneriği, kayısı ve armutla beslenirlermiş. Rumlar da kırk gün et perhizi yaparlar ve bozdukları ilk günde et yemekleri yerlermiş. Kıyıya koşup Rus havyarını, istavritle peyniri, tatlı üzümden yapılma kiloluk şaraplarla içerlermiş. İzmir yaşantısı örgüsünde manavlar günlük dedikoduların merkeziymiş. Şafakla açılan dükkanlar akşam saat yediye kadar bir yandan yemek pişirme hazırlığı bir yandan da dedikodu ile kaynarmış. Yemekse saat sekize doğru ocağa konurmuş İzmir’de.. Fıstıkçılar “zoli fıstık, zoli fıstık!” diye bağırırlarmış. Bir başka bağırmayı da Nail Moralı’nın anılarından ödünç alalım: “Armiro kala, Armiro kala!”.. Armiro, İzmir Kordon’unda satılan susamlı çubuklarmış bir zamanlar. Bira ile yenmesi modası varmış. Zoli fıstık da taze fıstık demekmiş ya, kızlar da erkeklere “zoli müsiu” derlermiş, laf atarlarmış.

Meimaridi’nin kitabının ikinci anımsatması “Kurkubinya” tatlısı. Bir tür “oklavadan sıyırma”, “kaz boynu”, “yalancı baklava” olan bu kolay tatlı yufka ile yapılır. Arasına cömertliğinizce ceviz konur, oklavaya sarılır, dilim dilim kesilir ve yağda kızartıldıktan sonra şerbetlenir. İşte böyle bir çuval odundan sonra aralara serpilmiş gizli ve de sihirli sayacağımız iki tanımla karşılaşmanın öyküsü. Mara Meimaridi, kitabında tüm isimleri anıyor, örnekse Doktor Psaltof gibi ünlü bir cerrahı, kağıtçı Kalligerisleri vs. Yer adlarını da sırasıyla aktarıyor. Olayları da Türk-Yunan ikileminden veriyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi bir tür telefon fihristi ile sokak sokak, isim isim yazılmış bir yazı örneği İzmir Büyücüleri. Dilimize çevrilmiş ancak baskısı bulunmayan Kozmas Politis’in “Yitik kentin Kırk yılı” adlı roman güçlü gerçeklik kurgusu ile akışı ile okuru daha mutlu eden bir yapıttır. Büyücülerin ot bolluğundan türemesi gerektiği çalışmasına Meimaridi bir katkı yapsa da İzmir, sanıldığı gibi batıl inanış peşinde bir kent değildir hiçbir zaman…

Şükrü TÜL