Tuesday, August 9, 2011

Rüzgarın önünde ada ve heykel


SEMADİREK NİKESİ
Semaya direk olacak bir ada, Ege’nin kuzey sularında duruyor. Üstelik Çanakkale boğazından çıkacak, Karadeniz’den yorgun düşmüş gemiciler aldansın diye de bir ödevi var. İmbros’un arkasında göğe doğru yükseliyor. Bulutlara değiyor her vakit. Adanın adı aslında Samothraki, Trakya’daki Samos demek. Kireçtaşından bir ada ya, adalıktan çok bir dağ, denizden yükselip süzülüyor orada. Adayı koruyan Megaloi Theoi/Büyük Tanrılar dört bir yanından sarıp sarmalamış gibiler. Onların tapınağının süsü de bir Nike tanrıça heykeli. Gemi pruvası üstündeki tanrıça, Saros körfezinin rüzgarlarını içine çeken bir duruşla beklemiş gemicileri. Kanatları geriye doğru kasılmış. Giysileri gövdesine yapışık, ayak uçları ile bir kayaya basıyor gibi. Giysilerinin salınımı bir dans anının kısa bir kesitinde kalmışlar. Şöyle giysinin çırpınıp durmuş anı, belinde seziliyor. Göbeğine, bacaklarına baskı yapan kumaş artık kumaşlıktan çıkıp bedeninin ta kendisi olmuş. Büyük bir giysi tomarı önüne geçmiş savrularak. Göğsünün altında bir bağcık giysisini tutuyor bedeninde. Belki de giysi rüzgara uyup çıkıp gidecek. Bir Poyraz, karayel esişi önünde, Saros’da durmak mümkün mü? Sonra Nike bir gemiye basmış, gemi burnuna konmuş gibi. Semadirek adasının rüzgarlarının esişine, soğukluğuna, ürpertisine, baskısına, gücüne yaraşır bir duruşu ancak bir gemi pruvası taşıyabilir.
1863 yılında yerinde alınıp gitse de Nike, şimdi Louvre Müzesi’nin bir kemerinin gücüne esinti veriyor. Gemisi, pruvası ile birlikte. Peki başı, kolları nerede? Heykel durduğu yerde esintisini bırakmıyor. Sanatçılar gelip gelip ona bakıyorlar. Seziliyor ki Pergamon sunağını yontanların eli var bunda. İÖ 190 yılında Makedonyalı Demetrios I Polierketes için yapılmış bir zafer anıtı ama.. Müjdesi çok bir sanat yapıtı. Pergamon’un esip savrulmasına o denli benziyor ki. Pergamon kabartmalarındaki Nike de neredeyse aynısı gibi. Laokoon heykelinin telaşı, gerilimi ile de benzeş. Myrinalı pişmiş toprak heykelciler de aynı figürü yapmışlar. Yere değmeyen, havada uçan, hafif Nikeler üretmişler. Kireçle beyaza boyayıp mermere benzetmişler. Semadirek Nikesi, Paros mermerinden. Gemi ise gri renkli bir kireç taşından. Yapanlar, yontanlar heykelin aklığına gemi karışmasın diye düşünmüşler..
Sonra heykele gelip bakanlar türlü esintilere kapılmışlar. Abbot Anderson Thayer resimlerinde bu giysi zenginliğini kullanmış. Virgin adlı yapıtını tasarlarken, 1892-3’de heykelin devinimine kapılmış. Fütürist ressam Filipo Thomasso Marinetti, 1909’de manifestosunu yazarken devinimin anları üstüne esini heykelden almış. Umberto Boccioni heykellerinde aynı Fütürist yaklaşımla, devinimin görünmeyen, fark edilemeyecek kesitlerini işlemiş aynı etkiyle. Rolls Royce’nin radyatör figürüne kadar iş uzamış. FIFA’nın Dünya Kupasına da.. Bütün bu sanatsal yaratıların ötesinde söz Gunnar Ekelöf’ün Samothrace adlı şiirine kadar gitmiş..
Aceleci bulutlar için sabah,
Kayalıkların yorgunluğuna denk bir kızıl sabah güneşi,
İmbros’ta göçetmişlik yalnızlığı,
Tek teselli bir rüzgar üşütsün diye kıyısına varanları,
Eğer kollarını açarlarsa, Semadirek Nikesi gibi bir ürpertiyi,
Bulurlarsa insanca bir duyguyu,
Bir ozana gerek kalmaksızın işitirlerse,
Terketmeyi, terkedilmişliği ve bir adada bırakılmayı..

Şükrü TÜL

Tuesday, June 7, 2011

ADA YENİDEN
YENİDEN ADA
Ada yolculuklarının türlü mevsimi var. Bir mevsim çiçeklerin neler olduğunu öğretiyor. Adada gelincik var mı? Yok galiba. Ama gelincik şurubu var. Gelincik sabunu var. Ve de şerbeti de. Kadehlerin içindeki buz taneleriyle birlikte kırmızı bir ışık o. Oturduğunuz yerden gelen geçenleri görerek, buz kristallerine ve kırmızılığına bakarak içiliyor. Bozcaada’nın boz Göztepe’sine, yenilenmiş çan kulesine bakarak.
Bu kızıllığın içinde serinlikle gelen şeker uyarısı her beyni etkiler. Bilindiği gibi damaktan beyne giden tad alımı kısa bir yol yapar. Serinlikle birlikte o renk insanın içine işler. Sonra dipteki tada ulaşılır. O bildik buruk, şarabımsı son tada. Çocukluktan bilinen. Gelincik kapsüllerinin daha açmamış iken, alıp içine saklanmış buruşuk bir Karmençita giysisi olan yapraklarını ortaya çıkarmayı bilenler içindir bu tad. Çünkü daha öteye geçip bu bitkinin yaprakları çiğnenmiştir.
Kırları kaplayan, neredeyse işgal eden gelincikli bir coğrafyada doğduysanız, halanız size limon tuzuyla güneşte demlenmiş bu şurubu da içirmişse bilirsiniz. Doğduğunuz toprakların adı da Euantheia/İyiçiçekli, Polyantheia/Çokçiçekli ise daha da gelincik ruhu içinizi kaplar. Bir impresyonist, bir puantilist ressamın fırça ucuyla kırlara koyduğu kırmızıdır o. Dahası siz bir duvar resminde gördüğünüz Tralleis kentinin üç kemerli gymnasimunun resminin soğuk renklerden oluştuğuna karar verdiğinizde; resmi ısıtmak için gece yarısı yarı sarhoşlukla, gizlice, arkadaşınızın dayısının kitabevinde, fırçayla kondurduğunuz renklerdir gelincik kırmızısı.
Gelincik çiçeksiz zamanında ise belki de bir börek tadının yine buruk harmanına saklanmıştır. Öteki otların cömertliğiyle yarışan gelincik, çiçeksiz iken, öteki otlarla birlikte hamur katlarının arasına girdiğinde, derindeki tadı ile şerbet kokusunu eşleştiren, birleştiren, biribirini çağrıştıran duyumunu biliyor olmalısınız. Bu kadar şey bilmek için güzel bir çocukluk, hala bitmemiş bir çocukluk yaşamış, yaşıyor olmanız gerekir. Üzümleri komşuya açık bağların, erik ağaçlarının, taşlanılan bademlerin eski zamanlarıdır bu sözkonusu olan zaman. Kuru saman kokusu ile ekşimiş hurda incirlerin arasında beygir teriyle karışık bir bahçe damının havasını da içerir. Kuru çuval kokusu saklayan badem kabuklarının ateşiyle zeytinyağında pişen kızartma da uçuşur havasında. Soda denen bir nesne ile yıkanmış çamaşırlar, gün ışığı altında epilderler. Ve de hepsi bir araya gelirler.
O gün, bir bahçe zamanı, çamaşır kokusu, badem kabuğu ateşi, incir hurdası ekşisi, beygir kokusu ve de gelincik şerbetinin serinliği; ayak altlarınızda çıtırdayan kuru zeytin yapraklarının üstündeki yaşantınıza anlam verirler. O anlamı o zaman da okumuştum, şimdi de okumaya hazırım bulursam eğer. Ama Bozcaada'da elimdeki gelincik şerbetinin içinden geçen gölgeler aracılığıyla, başka yitirilmiş zamanlara, terkedilmişliklere ve de bırakılmışlıklara da daldım.
O abla siyah giysisi ile bir aşağı bir yukarı sokaklarda dolaşıyordu. Ceketinin siyah boncukları bir ara güneşte parladı söndü. Mirelle Mathieu gibi kısa kesilmiş sarı saçları vardı. Aceleciydi. Birisi onun arkasından geliyormuş gibiydi. Bir sokaktan ötekine hızlı adımlarla geçiyordu. Arkasına bakar gibi yapıyordu. Birisiyle gözgöze gelecek gibiydi telaşı. Sanki hem görülmek hem de görülmeden gitmek arasındaydı çabası. Dolanışındaki ısrar neydi öyle. Bütün bir öğleden sonrasını neredeyse böyle geçirdi. Alaybey camiine giden ara sokakta, kiliseye çıkan sokaklarda, çınaraltı kahvenin önünde, bir aşağı bir yukarı yaptı durdu..
Bir abi gördüm. Gri giysili. Tanımadığım tipte pabuçlu. Gri-beyaz saçları birbirine briyantinle yapışmışlıktan kalma gibiydi. Elinde gazetelere sarılı çerçeve ile Hakan Gürüney’in müzesi önünden geçti gitti. Sonra bir başka sokaktan iskele yönüne saptı. Bir başka sokaktan yukarı çıktı. Sanki bir şey yaptırmaya, tamir ettirmeye çıkmış da dönüyormuş gibiydi. Ya da bir şey almış, eve götürüyormuş gibi. Bunca kalabalığın içinde, tatilcilerin ışıltılı görünümlerinin arka planında, adaya özgü gerçek iki portre yansıdı benim gelincik kadehime.
Ada saklamış mıydı özünü
Saklamış mıydı buruk bir tadı
İster kuntra, ister karalahna adında
Ya da gelincik şerbeti kadehinin dibinde
Bırakılmışlıkla, terkedilmişlikle, konuşamamakla
Eşdeğer bir yalnızlığı, Cenevizlilerden artakalan Rumca bir ağıtta..