Sunday, December 16, 2007

EPİTAPHOS
Denizin üstünde balkıyan yıldızların öte dünyanın eşiği olduğunu sanırdık biz eski gemiciler
Bahar aylarının bir daha gelip gelemeyeceğini güz aylarında kaygılı biçimde mırıldanırdık
Güneşin güneye ağmasında bir cinli kirlilik gelirdi yeryüzüne öylece isteksizleşirdik
Baharsa uzakta erik ağaçlarının yaprakları arasından kabarmış toprağa inerdi merceklenerek
Uzakta olan epey şey anımsanırdı güzün soğuk bahçelerinde gün kısalırdı ay parıltısız geçerdi
Ölümün bahçelerinde kara selviler kokularını bırakırlardı arapsaçı otlarının arasında
Ezan sesi mahmur ve mutsuz bir yatsı olarak durup dinlenirdi ayaküstü çocukluk anısı
Sonra bir sancı gelirdi yaşantının olağan tükenişinden bir sızı yolun bir dönemecini bildirirdi
Tutunacak çok sayıdaki sözü anımsamıyacak denli yorgun düşerdik aklımızla çelişerek
Ekilmiş yaşantı tohumlarından geriye duru akıl var sanırdık biraz dil biraz bakış idi yaşam
Gömülü olanı ne varsa bilinmesi gerekeni tam bitirmişken beden izin vermiyordu yürümemize
Sonbahar ya da güz denen günlerde yeryüzüne bir yılgınlık geliyordu daha önce korkmadığımız
Yine de anımsanacaksa eğer öte dünyada çok şeyden sorumluyduk biriktirmiştik ne varsa
Güneşin yalımlarının uzak olduğunu düşünmek yılgınlıksa daha biraz ama az vakit vardı
Bir daha aynı mermere bakamıyacak olmayı duyumsamış gibiydik yağmur ve bulutlar bastırınca
Karanlık elini uzatınca uzun gecede tükenince ömür bitince yol beden izin vermeyince

Monday, December 3, 2007

İZMİR BÜYÜCÜLERİ NE PİŞİRİRLERDİ

Kitabın baş döndürücü adı böyle olunca ister istemez büyü aramaya koyuluyor insan satırlarda. Ancak büyü filan yok. Mara Meimaridi atalarından kalma anıları, genlerine işlemiş ipuçlarını derleyip bir telefon fihristinden yararlanırcasına İzmir hakkında bir yazı üretmiş. Buna roman demek pek uygun düşmeyecekse de sayfaların arasında kendini unutanlar, bir gün öncesinde okuduklarını kolaylıkla anımsamayacak olanlar için her yeni gün okunan parçada yeni bir ayrıntı beliriyor. Bizi ilgilendirense, Halikarnas Balıkçısı’nın dediği gibi bir çuval keçiboynuzu odununu çiğneyip bir damla tat almak. Kitapta yemek içmekle ilgili satır aralarına bakarsak iki noktada, bugüne getirilebilecek iki tanım var..

İzmir 16. yüzyıldan başlayarak yalnızca kuruyemiş organize eden bir kent değildi. Bir yandan da boya veren bitkiler, türlü kimyasal otlar, çeşitli hammaddeler açısından da çekim merkeziydi. Bunların kırlardan derlenip İzmir limanına ulaşması deveciler aracılığıyla, onlara yüklenmiş güven üzerinden yapılırdı. Kemeraltı hanları da depolamak için beklerdi. Üzüm ve incir içinse Ağustos ve Kasım arasında alarm çanları çalar, koca kentte herkes devecilerin getireceği yüklere yaşamını bağlardı. Sonradan ulaşım düzenine demiryolu eklenerek iş daha da örgütlü biçim kazandı. Otların yerini alacak kimyasallar ortaya çıkınca da bunalım çıktı. Bu arada köylerde, uzak vadilerde tutunmuş Türkmenler, otlar meyveler sayesinde kendilerine ev, hamam, sarnıç, kentlerde yontulmuş mermerden mezar taşları, İngiliz saatleri, gaz lambaları edindiler. Sürecin durgunluğa uğradığı evre yaklaşık 1880’lerde başlıyor. Yine de Cumhuriyet döneminde, 1950’ler eşiğini aşamayacak örgütlenme olan palamutçuluğun bir süre yaşadığını aktarmak gerekir.

Araya şunu eklersek; Aphrodisias kalıntılarını keşfeden ilk araştırmacı William Sherard bir süre İzmir’de yaşamıştı. 27 bin adetlik bitki koleksiyonu yapan Sherard’ın Gaziemir’de geniş bir arazisi ve evi vardı. 18. yüzyılın sonunda İzmir’de bulunan bilgin limana ulaşan bitkilerle de ilgilenmişti. Bu yüzden bir sürü bitkinin bilimsel tanımında Smyrna adı geçer.

Meimaridi de kitabına eski genlerinden bir sözcük anımsaması ile başlıyor:Çunuka! Nedir çunuka, kendisi de bulabilmiş değil. Ama tipik bir İzmir sözcüğü. Yazar onca İzmir anısı kitap okumuş olmalı ki belleği kendiliğinden böyle bir sözcüğü uydurmuş bile olabilir. Meimaridi otlara dünyasına dalarak İzmir büyücülüğünün kapılarından girmeye çalışıyor. Bu yolda bulduğu Türk Attarti adında birisi; ne anlama geliyorsa! İzmir kenti Trasson sokağı yani Frenk caddesi, sonunda Hisar camii, yukarılarda Türk mahalleleri, kıyıda ise romanda Kay diye yazılmış olan Quais yani rıhtımdan oluşmaktadır. Attarti ana da yukarılarda bir yerlerde yaşamakta olan bilge kişilik olarak büyü dünyasının kıyısına tutunmuştur. Attarti ile bir başka Türk Memeta’nın adı anılır.

Kitabın kahramanı olarak öne çıkmış kimse olmasa da anlatım isimlerin anılması kaygısına dayalı olduğundan kimi yerde Eftalya, Vayça, Karaman ailesi, Şerbetoğlu ailesi ve üyeleri anılmaktadır. Vayça ise damatları için etki yaratacak otların peşine düşer.

Otların birincisi Arime. “Yaprakları küçük olan bu bitki, şahinlerin eşeledikleri toprağın olduğu herhangi bir yerde rahat yetişirdi… Arime denen bu bitkiyi bulmak isteyen biri dağlara tırmanmak zorundadır…” İkinci bitki: “:: Maisses diye, köstebeklerin çiğneyip yuvalarına tükürdükleri bir tür kök olan uğursuz bir bitki vardır. Bunu bulan, üç kere kendine tükürüp kötülüğün ona bulaşmamasını sağlayacak sözleri söylemelidir…” Maisses’i yiyenlere kırmızı gösterip bu ne desen yeşil dermiş. Maisses iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterirmiş. Maisses’in ölümcül karışımları da varmış ve panzehiri Arime otuymuş. Bu söylenti eksenindeki İzmir hayatının renkli hayalleri, özlemleri, iyi bir koca bulma kadar iyi bir damat bulabilme düşleri arasında nasıl geçtiğini kitabın yorgunluk veren satırlarında bulabilirsiniz.

Biz şimdi cımbızladığımız yemek içmek ayrıntılarına bakalım. Vayça’nın büyü peşinde gezen hallerini bırakıp Vasilya’nın lahana yemeğine eğilelim. “..Vasilya lahanayı ikiye böler, açtığı boşluğa baharatları, kavurmayı, taze otları ve pirinci ayrıca koyardı. Tekrar üstünü kapatıp tencereye doldurur ve kaynatırdı. Vasilya’nın yemeklerinin lezzetli olmasının sebebi kısık ateşte pişmeleriydi. Tencerenin altında topu topu tek bir odun yanardı, bu yüzden de lahananın pişmesi saatler alırdı. İkinci sırrı ise kapağını kapattıktan sonra tencereyi bir daha açmamasıydı. Kaynatmak için hangi yemeğin ne kadar suya ihtiyacı olduğunu, göz kararı ile belirler ve o kadar koyardı. Bu tecrübesi sayesinde, yemek pişerken evden çıkıp gözü arkada kalmaksızın, iki üç saat mahallede olup biteni takip edebilirdi..”

Meimaridi’nin bizim de belleğimize gönderdiği bumerang, romanın yayınlandığı 2004 kışında geriye geldi bizim belleğimizden açığa çıktı. İzmir’de yaz kış lahana bulabilirsiniz. Kimsenin önemsemediği bu sebze her zaman vardır. İkiye bölmesi çok kolay, biraz içini boşaltmak gerekir. Baharat olarak da komşularımızın sesini hep yadırgadığı gibi tunç bir havanda tane karabiber dövmek gerekir. Taze dövülmüş karabiber veya çekilmişi olağanüstü bir vurgu yapar damakta. Köfte yaparken de bu havan zahmetine katlanmak gerekir. Kavurmaya gelince, etin kuşbaşı yapılıp zeytinyağında kızgın kızgın kavrulması benim bildiğim müthiş bir ritüeldir. Kızgın yağ etin tadını içine hapseder. Kokusu ne denli güzelse kıvam o kadar iyi demektir. Gelelim Meimaridi’nin otlarına. Lahana dolması içine ne otu konabilir? Maydanos mu, fesleğen mi yoksa kekik mi? Burada romanın verdiği ile yetinip kendi yaratıcılığımıza sığınmalıyız gibi geliyor. Pirinç için çuvala avucunuzu bastığınızda ne kadar tane elinizi yapışıyorsa o kadar iyi pirinçle karşı karşıyasınız demektir. Mangal bulmak, ya da bir fırın ayarlamak lahananın demlenmesi için yeterli olabilir. 2004 kışındaki deney başarılı sonuç vermiştir.

Meimaridi nasıl bulduysa İzmir yaşantısından ilginç kesitler de gönderiyor. Pipiça’nın tavernası tavuklu börekle İzmir’de ün salmış bir yermiş, Kramer dondurmacısı Kordon’da imiş. Dondurmalar damla sakızlı ve tarçınlı olurmuş. Evlerin üst katlarına pastırma, salam, sucuk, tütsülenmiş et konurmuş. Türkler’in evinde tabakların sayısı az olurmuş. Türkler balık, dana eti, pirinç, caneriği, kayısı ve armutla beslenirlermiş. Rumlar da kırk gün et perhizi yaparlar ve bozdukları ilk günde et yemekleri yerlermiş. Kıyıya koşup Rus havyarını, istavritle peyniri, tatlı üzümden yapılma kiloluk şaraplarla içerlermiş. İzmir yaşantısı örgüsünde manavlar günlük dedikoduların merkeziymiş. Şafakla açılan dükkanlar akşam saat yediye kadar bir yandan yemek pişirme hazırlığı bir yandan da dedikodu ile kaynarmış. Yemekse saat sekize doğru ocağa konurmuş İzmir’de.. Fıstıkçılar “zoli fıstık, zoli fıstık!” diye bağırırlarmış. Bir başka bağırmayı da Nail Moralı’nın anılarından ödünç alalım: “Armiro kala, Armiro kala!”.. Armiro, İzmir Kordon’unda satılan susamlı çubuklarmış bir zamanlar. Bira ile yenmesi modası varmış. Zoli fıstık da taze fıstık demekmiş ya, kızlar da erkeklere “zoli müsiu” derlermiş, laf atarlarmış.

Meimaridi’nin kitabının ikinci anımsatması “Kurkubinya” tatlısı. Bir tür “oklavadan sıyırma”, “kaz boynu”, “yalancı baklava” olan bu kolay tatlı yufka ile yapılır. Arasına cömertliğinizce ceviz konur, oklavaya sarılır, dilim dilim kesilir ve yağda kızartıldıktan sonra şerbetlenir. İşte böyle bir çuval odundan sonra aralara serpilmiş gizli ve de sihirli sayacağımız iki tanımla karşılaşmanın öyküsü. Mara Meimaridi, kitabında tüm isimleri anıyor, örnekse Doktor Psaltof gibi ünlü bir cerrahı, kağıtçı Kalligerisleri vs. Yer adlarını da sırasıyla aktarıyor. Olayları da Türk-Yunan ikileminden veriyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi bir tür telefon fihristi ile sokak sokak, isim isim yazılmış bir yazı örneği İzmir Büyücüleri. Dilimize çevrilmiş ancak baskısı bulunmayan Kozmas Politis’in “Yitik kentin Kırk yılı” adlı roman güçlü gerçeklik kurgusu ile akışı ile okuru daha mutlu eden bir yapıttır. Büyücülerin ot bolluğundan türemesi gerektiği çalışmasına Meimaridi bir katkı yapsa da İzmir, sanıldığı gibi batıl inanış peşinde bir kent değildir hiçbir zaman…

Şükrü TÜL

Wednesday, October 31, 2007

Ada

Gemicilerin sonunda varacakları bir adaydı o

Kıtalar eş uzaklıkta yaradılışı yüzünden

Yaradılışında mağrur dağlar yükselmişti denizden

Doruklarından görülürdü afrika asya avrupa

İuktas adanın yüzüydü gelene geçene baksın diye

Tabyalar kentlerini dağlar gibi erişilmez kılmıştı

Venedikliler işlek yazılarını bırakmışlardı taşta

Türkler binbir pınar peşinde yaşamışlardı

Minosun tahtı topraktan çıktığında ada uyanmıştı

Duvarsız kentlerin toprağa gömülü kalışına şaşmıştı

Tabyaların üstüne bukez alman mermileri yağmıştı

Nikos kazantzakis inkar etmişti tanrıyı

El Greco'nun adı geri dönmüştü nice yıldan sonra

Sonunda bir Türk evini sormaya gelmişti adaya

Herbir taşı elmastan olduğu söylenen yere

Saçlarına bir çocukluk yıldızı takılı

Adalı olmayan sözlerin uçuştuğu sokaklarda

Kapıyı bulmuştu venedik tarzı bir gölgede

Alnında hala adaya özgü bir mağrur duruşla..

Friday, September 28, 2007


VARDAKOSTA

Kayalığın üstünde dururdu o yıldızlar
Hep oradan balkırlardı kayıkların pruvalarında
Gözlerimizi açtığımızda ölüme, aynısını görecek sanırdık
Sonsuz bir yıldız yığınına bakıyor gibi, karanlığa
Derin deniz üstünde balkırdı öyle binlerce yıldız
Ölümü görür gibi, eşikte durur gibi, öteye bakardık
Öte dünyanın genişliğine, erişilmez bir uzaklıktaki
Bir su engini üstünde çırpınırdı yaşamlarımız
Küreklerin suyu damlardı o bütüne
Damla damla birikmişti engin deniz
Sonsuzluğa vardakosta ederdik kayıklarımızla
Eski Akdenizin sınırsız kıyılarında, gecelerde..

ŞT. Eylül/2007

Friday, September 7, 2007

TÜRK EDEBİYATINDA KÜLTÜRPARK/FUAR


“Aşk da Gezer”Fuarın Romanı mı?

Necati Cumalı’nın Aşk da Gezer adlı romanı, belki de Kültürpark’ı içeren en yoğun tek roman örneğidir. Öykü İstanbul’da başlar. Arkeoloji öğrenimi gören Ergun Uğurlu’nun yaşamı yazdığı bir tiyatro oyunu ile değişir. “Türkan’ın Kısmeti” adlı oyunu bir süre İstanbul’da izleyici ilgisi gördükten sonra Ergun, tiyatro yaşamının içinde bulur kendini. İzmir’e yakın bir çiftlikte oturmaktadır ve Fuar günleri gelince, kente gelecek tiyatrolarla, daha doğrusu sanat çevresinden insanlarla ilgilenmektedir: “1967 yılında, fuarın açılmasına bir gün kala, akşam üstü, Ergun yeni dostlarından tanınmış aktör bülent Kardam ile beraberdi. Önlerinde yarıladıkları bira bardakları, Kültürpark’ta Ada Gazinosu’nda, en yukarı setteki masalardan birinde oturuyorlardı. Ergun’un en sevdiği günler başlıyor, sokakları yavaş yavaş doluyordu İzmir’in. Eylül sonlarından Mayıs başlarına kadar, kendi açısından boşalmış saydığı İzmir’e haftada bir inerdi ancak. Mayısta, İstanbul ile Ankara’da mevsimi kapatan tiyatrolar, birer ikişer İzmir’e gelmeye başlarlardı. Tiyatroların gelişleriyle Ergun kış uykusundan uyanır, tiyatro yazarı olarak bir başka yaşama dönerdi. Temmuz girerken, fuarın açılacağı güne kadar koskoca Kültürpark, restoranları, gece kulüpleri, değişik oyun yeriyle onların olurdu artık. Ergun, çoğu içkiyi, arkadaşlığı seven, yaşamayı İzmir’in hesaplı kitaplı tüccarlarından, dar sınırlı dünyaları içinde tutsak yaşayan yetişmeleri yarım kalmış aydınlarından, başka türlü anlayan bu hoş çocuklarla, her gün her saat bir arada görünürdü Kültürpark’ta…” (Aşk da Gezer, s:13-14)

Ergun yalnızca tiyatro sanatçısı dostlarıyla değil, Fuarın hazırlığı için gelen ressam ve heykeltraşlarla da ilgilenmektedir. Fuar açıldıktan sonra da ressamlar ve heykeltraşlar İstanbul’a çekilmekte o, bu kez tiyatrocular ve müzisyenlerle başbaşa bir yaz sonu yaşamaktadır. Fuarın pek çok kez açılışına tanıklık eden Necati Cumalı, romanın örgüsü içinde bu ayrıntıları en iyi biçimde betimliyor: “Fuar bir yarış tabancası patlamış gibi açıldı. Binlerce kişi açılış saatini beklemiş koşuşuyordu. İzmir’e bağlanan bütün karayollarında otobüsler salkım saçak doluydu. Daha sık kalkıyorlardı çıkış yerlerinden, şöförler yollarda daha hızlı sürüyorlardı arabalarını. Uçaklar, vapurlar, trenler dolu geliyorlardı İzmir’e. büyük küçük bütün taşıtları dolduran yabancılar kalabalığı, bakanın nutkundan sonra açılan kapılardan bir solukta taşırdı adeta Kültürpark’ı. Bir gün önce ancak çalışanlarla, bazı lokallerinin gediklilerinin uğradığı parkta, bu kalabalık, sinema, vapur çıkışlarında olduğu gibi dirsek dirseğe, omuz omuzaydı şimdi. Kadınlar erkekler enselerinde birbirlerinin soluklarını duyarak, ayaklarını başkalarının basmalarından kollayarak dolanıyorlardı. Her köşe renk, ışık içindeydi. Kırkı aşkın yabancı devletin pavyonlarını uzun bir dünya gezisine çıkmanın tadıyla geziyorlardı. Lunapark bir bayram yeriydi. Büyük dolabın dönüşü fuarın neresinden bakılırsa görünüyordu. Atış yerlerinde yara aldıkça batan gemilerin, devrilen av hayvanlarının, ölen vahşilerin çıkardığı madensel tıkırdamalar, elektirikli otomobillerin çarpışmaları, eksenleri ucunda havalanan uçakların inip kalkmaları, ölüm kulesinde dönen motosikletlerin cehennemsel gürültüsü, kahkahalar, gülüşler, sevinçli konuşmalarla karışıyordu. Ayakta yiyecek satan bütün yerlerin önünde kuyruk vardı. Bütün oturulacak yerler, lokantalar, gazinolar, gece kulüpleri, tiyatrolar, sirk doluydu…” (Aşk da Gezer, s:54)

Necati Cumalı romanında Kültürpark’a ilişkin çok özel adresleri de veriyor: “Otelin önünde Sevgi, Nursen’in koluna girdi. Vasıf Çınar Bulvarı’ndan Kültürpark’a doğru yürüdüler. Fuara gidiş saatleri başlamıştı İzmirlilerin. … Görevlilere özgü giriş kartlarını göstererek bilet almadan Kültürpark’a girdiler. Önce saat kulesinin altındaki dondurmacı Ömer Ağa’ya uğradılar. Birer külah dondurma aldılar. Dondurmalarını yalaya yalaya açık pavyonları dolaşmaya başladılar...” (Aşk da Gezer, s:92)

Romandaki kişiliklerin üyesi oldukları İ.S.T., Fuar Açıkhava Tiyatrosu’nda temsiller vermeye gelen bir topluluktur. Romanın sarmalı, bu tiyatronun üyesi oyuncular ve başka tiyatro sanatçıları arasında geçen ilişkiler biçiminde gelişmekte, bir yandan da Necati Cumalı, Kültürpark/Fuar arka planını ustalıkla kullanmaktadır:”Lunaparkın kalabalığına karışınca unuttular Kemal ile Rengin’i. Atlı karıncaların, elektirikli otomobillerin, dönme dolapların, salıncakların önlerinde dura dura gelişi güzel dolandılar. Açık büfelerin birinde ayranla sandviç yiyerek açlıklarını kırdılar. Tiyatroya geldiklerinde saat yedi buçuk olmamıştı daha..” (Aşk da Gezer, s:94)

Görüldüğü gibi Necati Cumalı’nın gerçekçiliğinin belirmesinde Kültürpark/Fuar betimlemeleri romana katılmaktadır. Bu gerçekçilik, bir İzmir yaşam standardı biçiminde hem Kültürpark/Fuar içinde sürmekte hem de dışında da bildiğimiz ölçülerde ve geleneklerde akıp gitmektedir:”Tiyatrodan çıkınca acelesiz, lunaparkta küçük bir tur attı tek başına. Saat on ikiyi bulunca, Kültürpark’ın Dokuz Eylül kapısından bir faytona bindi. Kordon’a çıktı. Fayton cumhuriyet alanı’ndan Alsancak’a dönünce, daha önceden sözleşmiş gibi ilk lokantada Belkıs’ı bulacağını biliyordu. Lokantaya yaklaşırken, beyaz örtüsü ile kaldırımda uzayan masayı gördü. Lokantanın önünde faytondan indi…” (Aşk da Gezer, s:116)

Necati Cumalı, Romanın Fuar süresinde gelişen öyküsünü, Ergun ve Belkıs arasındaki umutsuzluğa sürüklenen bir aşkın yıkım, ayrılık olarak bitişinde, yine bir İzmir gerçeği sahne ile romanını kapatır. Belkıs’ın uçağı uğuldayarak İzmir’in üstünden geçer. Ergun Göztepe’deki evinden uçağın kuzeyde Yamanlar dağı üstünde kayboluşunu izler. Romanın birinci bölümünde (1. Bölüm/1)aktarılan İstanbul ve Ergun’un yaşamına ilişkin bilgilerden sonra ikinci bölümden başlayarak (1. Bölüm/2) romanın tüm kurgusu, Fuar süresini kapsamaktadır. Tarih olarak söylenirse 1967 yazının Ağustos sonu ile Eylülü romanın zamansal sınırlarını oluşturur. Bu bakımdan ilişkiler mekansal olarak Kültürpark sınırları içinde ve dışında, zamansal olarak da Fuar süresinde geliştiği için Aşk da Gezer’i bir bakıma Kültürpark/Fuar’ın romanı saymak yerinde olacaktır. Aşk da Gezer, bir İzmir kökenli aydının İstanbul’da tanıdığı entellektüel hazları kendi kentinde bekleyişi biçiminde özetlenebilir. Bunun karşılığı ise Kültürpark’ta düzenlenen Fuar etkinliklerinin öncesinde ve sırasında tiyatro ve öteki sanat çevrelerinden gelecek insanların yaşama tutkularından, renkli kişiliklerinden Ergun’un buruk biçimde yararlanmasıdır.

-Necati Cumalı, Aşk da Gezer, 6. Baskı Çağdaş Yayınları İstanbul 1998

Tuesday, August 21, 2007

Yıllar boyu boğuştum mürekkeple çekiçle, acı çeken yüreğim,
Sana sunmak için altınlı ve ateşli bir nakışı
Portakal ağacının bir sümbülünü
Çiçek açmış bir ayva ağacını, avutmak için seni
Benki bir zamanlar sana dokunmuştum Ülker'in gözleriyle
Ve ayın yelesiyle sarılmıştım sana ve yazın tarlaları içinde dans etmiştik
Biçilmiş sazlıkta ve birlikte yemiştik kesilmiş tırfılı
Bunca çakıltaşıyla çevresinde koca mavi bir yalnızlık boynunda
bunca değerli renkli taşlar saçlarında

Nikos Gatsos, Amorgos 1943

Bir mezar taşı önerisi:
.......
Şimdi sen parıltılı uyuyorsun
Yıldızların kumsallarında ve Ülker'in bir gözyaşısın

Ve bir acı çakıl taşısın
[Persophone] ve [Hades]'in kucağında
Al yüzüğünü
Al çayırların gümüşünü, boya alnını
Ve yanıma gel, uyu
Sonsuza dek dal bir ilkyaz denizine
Solgun bir Samanyolu'nun kıyılarında kaybolmuş
Gözlerini arayacağım bir yaz gecesinde.
Düşü[mün] penceresinde görün Nisan güneşi gibi
Boyun kurdelesiyle
Yaban ellere giden turnalara selam vermek üzere
Bir karafili kapamak için güvercinlerin bir çocuğu uykuya yatırdıkları gibi
Bağların yaprakları altında [Halikarnassos]'un bir bayırında
Çınarların kucağında [Myndos]'un bir [kayasında].

Nikos Gatsos "Al Yüzüğünü"

Saturday, August 18, 2007

Yıllar boyu boğuştum mürekkeple çekiçle, acı çeken yüreğim,
Sana sunmak için altınlı ve ateşli bir nakışı
Portakal ağacının bir sümbülünü
Çiçek açmış bir ayva ağacını, avutmak için seni
Benki bir zamanlar sana dokunmuştum Ülker'in gözleriyle
Ve ayın yelesiyle sarılmıştım sana ve yazın tarlaları içinde dans etmiştik
Biçilmiş sazlıkta ve birlikte yemiştik kesilmiş tırfılı
Bunca çakıltaşıyla çevresinde koca mavi bir yalnızlık boynunda
bunca değerli renkli taşlar saçlarında

Nikos Gatsos, Amorgos 1943

Friday, June 29, 2007

Hymnologia

1-Üçü birden
Üçü birden gözüktüler.
Birinin ak saçları,aksakalları yüce dağların karı gibi ve üstündeki bulutlar gibi dönenirdi..
Birinin gözleri akikten, saçları alevdendi, insanlık yangının kamçısının erdemi ile donanmıştı..
Birinin yüzü nurdandı, kimsenin bakışı eremezdi bakışına..
Üçü birden gözüktüler..
Üçü birden söylediler:yürekleri bizim gibi olanları seviyoruz dediler..
Ne mutlu ovaların denizlerin dağların üstünde deprenen bakışa...

2-Bu kez kandil;
Kandil uzatıldı gökten, gök kapısı açılınca, bulutlar eteklerini derdest toplamışlardı..
El uzandı, avuç içinden nur saçarak, erdi ekinlerin üstüne..
Ülker yıldızı yeni çekilmişti, ayaydınlıktan yeni geçmişti, şafakleyin gün geliyordu..
Kandil tunçtandı, el kandili uzattı, kesekli bir tarla toprağına bıraktı..
Çiğ taneleri, ahlat çiçekleri ürperdiler, kandil bir karanlık ağızdan yeraltına taşındı..
Köklerini sormaya gelen olur diye hazır edildi artık!

3-Pesah
varolanla yetinip mayasızını bir tekne içinde yoğurmuştular
tozaran taşlı tarlalar vermişti başakları, bir söğütten yontulmuştu tekne
su karanlıkla serinlemiş bir kuyudan çekilmişti
dirseklerine dek hamura boyanmışlardı güneşin altında
gün ışığı eriyip damlamıştı teknenin içine, hamurun mayasızına katışmıştı
sonra üçü de kutsamıştı mayasız ekmeği, biri kar saçlı, biri akik gözlü, biri nur yüzlüydü...

4-Paska/Paskalya/Büyük Cuma/Kristos Anesti/vs
Kefen katlandığında kan ve ter üstüne, dizlere, ayaklara ve bileklere değdiğinde kumaş..
insanlık erdemi kamçılanmıştı, yokuş yukarı omuzlamıştı ölümü insanlık..
mızrak değmişti böğrüne ve inlemişti şimdi oğul ve ana sensin diyerek
sonra kapanmıştı ağzı mezarın, mühürlenerek, sımsıkı, ölümlü beden kefenlenmişti
üç gün geçince ağzındaki taş açık bulunmuştu mezarın, içindeki uçup göklere ağmıştı
gökteki krallığına ağan, güvercin tüyü gibi soluk, bir soluktu kefenlenen..

ŞT/İzmir 2007 İlkbaharı

Friday, May 25, 2007

Zeybekiko

ÇAKICI

Halk Operası
Yazan: Şükrü TÜL



Sahne-I
Orkestra akşam alacasını bildirir.
Zeybekler ve kadınlar karışık biçimde sahneye girerler

Zeybekler Korosu:
Dağlar! Dağlar! Dağlar!
Biz ovanın çok çekmiş insanları,
Önünüzde eğiliriz,
Uzaktan bildiğimiz karlı doruklar,
Önünüzde eğiliriz,
Suları gönderen binbir pınar,
Önünüzde eğiliriz.
Kokulu yapraklar, kokulu çiçekler
Önünüzde eğiliriz..


Kadınlar korosu:
Dağlar, çocuklarımızı saklar!
Dağlar, çocuklarımızı bağrında uyutur!
Dağlar, çocuklarımızın örtüsüdür!

Erkek Sesi:
Güme dağı, Bozdağ
Koyaklarında kavaklarıyla, başında karlarıyla
Karlıklarıyla, sularıyla, sürgünleriyle,
Deliceleriyle, çayırlarıyla, cinibizden beri,
Güme dağı, Bozdağ,
Ovanın üstünde bakıştır bize,
Kim düşerse dara, yokuş değildir bize,
Kim erişirse zirvelerine, yakışır bize,
Güme Dağı, Bozdağ, Madran, Beşparmak, Karıncalı
Yuvadır bize, yoldur başkaldırışımıza..

Orkestra/zeybeklerin oyunu
Zeybekler çekilir/sahneye Iraz girer/elinde kanlı bir gömlek taşımaktadır..

Iraz:
Dağlar neden saklamadınız erimi, efemi
Neden gösterdiniz yerini,
Neden demediniz..

Dağlar neden verdiniz ele erimi
Neden saklamadınız koynunuzda
Neden verdiniz..

Kadınlar korosu:
Öldü mü erin,
Efem öldü mü..
Öldü mü Çakıcı...
Hangi dağ verdi ölüsünü
Hangi koyak alıkoyamadı dirisini...

Iraz:
Duyun Ödemişliler, Birgililer, tüm ova insanı duysun
Çakıcı öldü diye herkes bilsin,
Dağlar artık yalnız kalsın,
Sular artık istediği gibi aksın,
Çeşmeler sussun,
Susasın toprak, artık hiç bir ağulu ot, yaprak saramaz bu acıyı
Yörük obaları kalksın
Artık hiçbir ağı dindiremez bu ayrılığı
Sürsün atlılar................

Friday, March 30, 2007

Apollon Kitharodos

GİTARALI APOLLON

İstanbul Arkeoloji Müzeleri, Env.No.383, 119x85 cm

Aydın’da Vaia adlı bir Rum tarafından bulunarak Carl Human’ın başında bulunduğu Orient Comitee’ye satılan gövde ile uzun sure Dionysos diye tanımlanan başın birleşmesi sonucu İstanbul Arkeoloji Müzeleri çok önemli bir yapıtın sahibi olmuştur. Gövdenin ele geçmesi için Orient Comitee karşılığında Berlin’e götürülmek üzere bir Asur kabartmasını almıştır. Bu önemli Hellenistik çağ yapıtı aslında doğal ölçülerden büyük bir gitar çalan Apollon figürüdür. Tanrı sol elinde bulunan gitar nedeniyle başını geriye doğru çekmiş ve bu nedenle de gövde sağa doğru gerilmiştir. Gerilimin artışı baş üstünde duran sağ kol nedeniyle de artınca ilginç bir S bükümlü gövde görünümü ortaya çıkmıştır. Gitar ve sol kol kırık ve kayıptır. Sağ kol dirsekten kırılmıştır. Gövde belden aşağı kırık ve yitiktir. Ancak baştaki güzel ifade, tanrısal bakış olağanüstü Tralleis’in Hellenistik anlatımını verir. Yuvarlak ve dolgun yüz, geniş yanaklar, kaş kemerlerinin yuvarlaklığı yüzü bebeksi yapmaktadır. Dudaklar burun genişliğini aşmayacak biçimde küçük betimlenmişler ve az aralık bırakılmışlardır. Tok burun profili, kalın kapaklarıyla gözlerin arasında kaş kemerinden başlayan bir inişle yeralır. Gözlerin ifadesindeki biçem Milo Venüsü ile karşılaştırılabilir. Yüzdeki bu açık ve aydınlık ifade de aynı Milo Venüsü gibi tasarlanmıştır. Öte yandan saçlar ince dalgalar biçiminde akıcı çizgiler olarak işlenmişlerdir. Omuzda kalan giysi parçasında ise palmetlerden oluşan ayrıntılar görülür. Gövde betimlenmesindeki yumuşaklık da aynı yüz gibi mermerle bütünleşen bir ustalık örneğidir.