Thursday, December 18, 2008

Bozburun'da ilk çanak

Müsgebi’ye gelip konduklarından beri üç ay geçti. Develer kıyıdaki azmak otlarını benimsediler. Gri yüzlü kayaların aralarında yaşamaları kanıksanıyordu giderek. Heybelerden birinden, bir gün akıllarına geldi, ak bir hümayun içinde saklı baklaları çıkardılar. İçinde üç parmak izi, üç kahverengi boyanın dönendiği bir çukali içine koydular. Çukali Makri’den beri dayanmış, Drahya kıyısına gelmişti heybelerin birinde. Baklalar bekledi üç gün. Kızıllaştı suyu ve ekşidi. Harup ağacında asılı bir yoğurt kesesinden sular damlayıp duruyordu çoktandır. Bir tulum içinde peynir kalmıştı azıcık. Sonra cicim çuvallardan biri açıldı. Un çıkarıldı. Hamur yapmak için tatlı su aramaya gidildi. Müsgebi’de yoktu tatlı su. Yukarıda, taa Avlonya’da bir su varmış dediler. Oraya bir atlı salındı, dağarları doldurup getirsin diye. Dut ağacından tekne içine un ve tatlı su konuldu. Bir çocuk koşturup kayalardan tuz kazıdı kaşıkla, onu da kattılar içine, hamur yoğurdular. Çalı zeytinlerden, pirnarlardan ateş yaktılar, üstüne sac kapadılar topraktan. Yuvarlak, kenarlı, kızıl renkli toprak sacların üstünde ekmek pişti. Yeşil sırlı kaselerin içine baklaları koydular. Çok kaşıkları vardı ama hepsi kalaylı değildi. Büyük, öksüz doyuran kaşıklarını baklalı kaselere daldırdılar, bir ısırık sıcak ekmekten alarak. Dağarlardaki su tatlı geldi. Peynirler susattı, yoğurt serinletti derken karınları doydu Müsgebi’de. Göğe kaldırıp başlarını baktılar yeniden. Esgin adalardan geliyordu. Ayaklarının altında otlar ezilmişti epeydir. Bir ot vardı ki kadife gibi gök yapraklı, acı. Bir otacı demişti bu kaynatılır içilir diye. Eğilip bir kaç tutam aldılar. Mavi çinkonun içine, sıcak suya attılar. Ossaat ottan sarı bir renk çıktı. Kokusu arttı. Buna çalba keyik denirmiş dedi birisi. Bir yerde duymuş. Makriden alınmış camlara kondu sıvı. İlk erkekler tattı. Güzel geldi kokusu, tadı. Kadınlar sakladıkları kahverengi Rus şekerlerinden kırıp çinkoya attılar dayanamayıp. Tatlandı çalba keyik. İçtikçe içtiler. İlk içişleri değildi aslında. Sonra baktılar dağlar taşlar çalba keyik dolu. Sonra baktılar keyikin yeşili de var burada. Bunca kayalık Drahya yalısında, gri taşların arasında, bunca keyik, çalba keyik olsundu.. Acı taneli zeytinler derelerin diplerine çekilmişlerdi. Su başı yerlerde keçi boynuzları gölge salmışlardı. Bir de bademler vardı çalı gibi. Gece ayaydınlıktı. Zeytin yaprakları ışıdılar gümüşleşen kayalarla birlik. Deniz ve gök lacivertçe koyulaştı. Develerin birkaçı hasretlice iç geçirdi. Soluklarını önlerindeki otlara vurdular, seyrediler. Ürperen Drahya yalısında o gece göçedenler karın tokluğu ile uyudular.

Çukali bir eski duvarın başında duruyordu. Sonra kendiliğinden düştü, ikiye yarıldı. Duvarın dibindeki bir çukura yarı yarıya gömüldü ve ilk göçten beri orada unutuldu...

No comments: